Pierre-Joseph Proudhon, 1840 yılında yayınladığı “Mülkiyet Nedir?” adlı kitabında mülkiyetin adaletsizlik ve eşitsizlik yarattığına ilişkin savlarını öne sürmektedir. Bu savları, Karl Marx‘a teorilerini oluşturmak için aslında zemin hazırlamıştır. Marx’a göre mülkiyetin toplumsal ilişkilerdeki dengesizlikleri ve sömürüyü beslediğini savunmuştur. Ona göre, mülkiyetin özel karakteri, sınıf farklarını ve toplumsal adaletsizliği güçlendirir. Marx’ı bu konuda, Proudhon’dan ayıran temel özellik ise devletin sınıf çıkarlarını korumak için var olduğunu ve proleter devrim sonrasında sınıfların ortadan kalkmasıyla devletin de yok olacağını savunmasıdır.
Proudhon ve Karl Marx çatışması dünya da yankı bulmuş ve Marx’ın teorisi, dünya coğrafyasında kabul görmüştür. Proudhon ise, Marksist teorinin pratikte çökmesi ile günümüzde yavaşta olsa teorileri yankı bulmaya başlamıştır.
Proudhon’a göre, mülkiyet hırsızlıktır.
John Locke‘a göre, günümüzde başkasının hakkıyla rahat yaşama kavuşan herkesin parmağında bir eşitsizlik kanı olduğunu savunan görüşün temellerine bakıldığında, ilk insanın bu tarla benim diyerek çevreleyip önceki oturanları tarladan kovmasına dayanır. Proudhon’un teorilerin uzak bir düşünürdür ve bu görüşüyle mülkiyetin eşitsizliğine atıfta bulunmuştur. John Locke, mülkiyet hakkını savunan bir düşünürdür ancak bu hakların sınırları olduğunu da belirtir. Ona göre, herkesin doğal hakkı olan toprak sahipliği, kişisel emekle edinilen mülkiyet hakkıdır.
Rousseau, mülkiyetin ortaya çıkışını insanların toprak üzerindeki ilk sahiplenişlerinden kaynaklandığını düşünür. Ancak ona göre, toprağın özel mülkiyet olarak sahiplenilmesi, insanların doğal eşitlik ve özgürlüklerini bozar. Bu durum, zenginler ile yoksullar arasında adaletsizlik ve toplumsal çatışmalara yol açar.
Emma Goldman ise anarşist bir düşünürdür. Özel mülkiyeti ve devleti bir arada eleştirir. Ona göre, özel mülkiyetin zenginleri daha da zenginleştirirken yoksulları yoksullaştırdığı ve doğal kaynakların adaletsiz bir şekilde dağıtılmasına neden olduğu gibi, devlet de bu adaletsizliği destekler ve korur.
Henry George, toprak mülkiyetinin ekonomik eşitsizliğin temel nedenlerinden biri olduğunu savunmuştur. Ona göre, toprak mülkiyetinin toplumsal üretimin ürünlerine sahip olma hakkını gasp ettiği ve doğal kaynakların toplumun tüm üyeleri tarafından paylaşılması gerektiği üzerine bir eleştiri getirir.
Kimi görüşlere göre mülkiyet ve mülkiyet serbestisinin dünyayı ileriye taşıdığı söylenir, oysaki dünya binlerce yıl sonra ancak gelişiminde ileri bir bir noktaya gidebilmiştir ve bugüne kadar toprak için yapılan savaşların dünyayı ileriye değil geriye götürdüğü tarih sayfalarında apaçık ortadadır. Son yüzyıllarda fiziksel savaşların azalması, toprak sınırlarının devletler tarafından kabullenilmesinden ve sermayenin bu görevi üstlenmesinden ibarettir. Soğuk savaşlar devam ederken, büyük savaşlara hazırlık yapıldığı da herkes tarafından bilinmektedir. Özetle, mülkiyeti elinde bulunduran monarşi ile, bugünün oligarşik demokrasisi arasında bir fark yoktur.
Mülkiyet Gerçekten Eşitsizlik Mi Yaratıyor?
Günümüzde mülkiyet’in eşitsizlik mi yarattığına ilişkin sorulara, kazanılan mülkiyetin eşit ve adil bir biçimde mi kazanılıyor sorusunun cevabı yanıtlar.
Tarih boyunca, birçok mülkiyet adaletsiz ve zorla elde edilmiştir. Örneğin, sömürgecilik döneminde yerli halklardan toprakların zorla alınması veya kölelik döneminde insanların emeğinin sömürülmesi gibi durumlar, mülkiyetin eşitsiz ve adaletsiz bir şekilde kazanılmasına örnek teşkil etmiştir.
Kapitalist ekonomik sistemlerde, mülkiyetin eşitsiz bir şekilde dağılması sıkça görülür. Örneğin, bazıları doğal kaynaklara veya üretim araçlarına erişim sağlarken, diğerleri bu olanaklardan yoksun kalabilir. Bu durum, mülkiyetin adil olmayan bir şekilde kazanılmasına katkıda bulunabilir. Devletlerin, gücü elinde bulunduranların çevrelerine daha fazla imkan ve ayrıcalık sağlaması da buna örnek olarak gösterilebilir. En basit somut örnekleri ile imara açılacak alanların bilinmesi, kat izinlerinin kişiden kişiye değişmesi gibi birçok adaletsizlik gelir eşitsizliğinin temelinde yatan faktörler arasında gösterilmektedir.
Yasalar ve toplumsal sistemler, bazı insanların mülkiyet edinmesini kolaylaştırırken, diğerlerinin bu hakkı elde etmesini engelleyebilmektedir. Örneğin, ayrımcı yasalar veya yüksek ekonomik engeller, belirli toplulukların veya bireylerin mülkiyet edinmesini zorlaştırmaktadır. Bunun en somut örneği, belirli mesleklere tanınan ayrıcalıkların diğer mesleklere tanınmaması, özel sektöre yasalarının ve denetiminin kamu sektörü ile eşit insanı haklara sahip olmaması gibi yüzlerce örnek gösterilebilir.